2023 OCAK

MURTAZA KEMAL

Efendim, bundan tam sekiz saat on dakika önce, Murtaza lakaplı Kemal Bey görevinin mutlulukla bitirmiş olmanın hazzıyla evine dönmüş, yorgunluktan yatak döşek uzanıvermişti… Mesleğine tam bir aşkla bağlıydı.

Hiçbir zaman görevini aksatacak, savsaklayacak, umursamadan ve gafilce başıboş hareketlerde asla bulunmamış böyle biri olamamıştı.  O tam bir meslek adamıydı. İşine olan bağlılığından dolayı hiç kimseyle de evlenememişti.

Zamanla bu şekilde ömrü geçmiş, orta yaşlı halden biraz olgunluk çağına girmişti. Mizacı, disiplini herkes tarafından takdir görmesi gerekirken, tam tersine yaka silkinmişti tüm çevresine. Mütemadiyen geçen bu zaman döngüsünde evlilik aklının ucuna gelmemişti. Zaman zaman yalnızlık onu biraz efkârlandırır.

Bazen koyu sarı duvarlar bir heyula gibi görünürdü gözüne. Onu çıldırmaya ramak kala kurtaran tek dostu papağanı Bakır idi. Efendim Bakır’ın konusu da eksantrik bir olay. Rutin zabıta teftişlerinin yapılacağı bir günde, Bakırcı Bekir’in dükkânına giderken ağacın altından bir dışkı omzuna bocalanıverdi birden.

Daha nereden üzerine bu dışkı döküldü diye bakınırken, bir de yüzüne papağan dışkısı akıverdi. Bunun üzerine Murtaza Kemal ağacı olanca gücüyle sallayarak,

“Sen devlet’in memurunun üniformasını nasıl pisletirsin, zelil mahlûk!” Nefes nefese ve öfkeyle,

“Bir de suratıma yaparsın ha? O tüylerini tek tek yolmaz mıyım?”

Papağan zor bela tutunarak zaten çelimsiz olan ağaçtan uçuverdi. Havada birkaç daire çizdikten sonra Murtaza Kemal’in omzuna tak diye konuverdi.

Buna şaşıran Kemal,

“Demek eceline razı geldin ha?” dedi. Papağan karga gibi kalın sesiyle,

“Merhaba patron!” diyiverdi. Kemal’in içi cız etti. Konuşmasını beklemiyordu. Biran tüm öfkesi silinmiş. Beraber o gün bugündür dost olmuşlardı. Bekir’i ziyarete gidecekken hayvancağızı bulduğu için tüyünün rengine de bakarak, ‘Bakır’ ismini koymuştu.

Saat 07.30 hemen üniformasını giyerek çıkmıştı işe. Bu sabah papağanı uyandırmamıştı onu. Normalde, “Uyan patron! Uyan!” diye durmadan guguklu saat gibi öterdi. Ötmesine öterdi de akşamdan kalmış meyhane erbabından biri gibi başı sağa sola düşüveriyordu bu sabah. Bu haline gülümseyen Kemal Bey bir yandan da saçlarını tarıyordu. Kahvaltı yapma alışkanlığı pek yoktu. Yasak olmasına rağmen izinli olduğu günlerde bile üniforma ile dışarıya çıkardı. Mahalleli onu hiç sivil görmemişlerdir. Bu haliyle hiç izin yapmadığını, durmak bilmeyen bir teftiş aşkıyla yanan bir kaçık olduğuna hükmetmişlerdi. Ancak o hiç bunlara aldırış etmezdi. Zira bakkal’a girse; terazinin kefesini inceler. Kasap’a girse; etin mühür tarihlerini inceler. Mandıra’ya girse; fiyat kontrollerini yapardı. Ceza maddelerinin tümünü ezbere bilirdi. İhtisasını başarıyla bitirmesine rağmen ‘zabıta’ olmayı isteyişine tüm ahali şaşırırdı. Hatta ‘emeritus Statüsü’ne bile ileride erişeceğini düşünenlerin fikirleri azımsanmayacak kadar çoktu.

Sokaktan geçerken mahalle’nin toplandığı kıraathane’ye girmesiyle mahallelinin istem dışı ayağa kalkmaları bir oldu. Heybetli ve uzun boylu olan Zabıta Murtaza Kemal, iki eli arkasında öfkeyle yine bağıracaktı. Biraz ses tonunu ayarladıktan sonra, bir kaşı kalkık şekilde çay ocağına girdi. Bir ayağı sakat olan Çaycı Hüseyin Efendi. Sandalye’ye ekşi ekşi suratıyla çömeliverdi.

“Ben seni buraya gençler gelmeyecek! Nargile, tütün, kâğıt, mağıt oynamayacaklar diye kaç kere uyardım?” diye eğilerek çaycı Hüseyin’i azarladı.

“Şey ağabeyimiz, inanınız bu gençler çok ısrar ettiler. Havada soğuk olunca içeriye girmek istediler. Affediniz ağabeyimiz! Çok uyardım ama engel olamadım!”

“Af yok!” dedi kalabalığa dönüp bakarak. Masaların etrafında dolaşıp yılan gibi kıvrıla kıvrıla gayet atik bir şekilde kumar kâğıtlarını bir çırpıda topluyordu. Tek tek yırtıp kapı önündeki kovaya fırlatıverdi. Mahallenin maskot’u Cüce Sadi olaylara kıkırdayarak gülüyordu. Ancak Murtaza ona döndüğünde, hemen surat ifadesini mahkeme duvarına döndürürdü.

“Af nasıl edeyim? Sonra lakap olarak bana dersiniz ki, bu adam Murtaza. Elbette Allah’ın takdir ettiği gibi işimi en iyi şekilde yaparım. Bu görev aşkı hepinizde olması gerekiyor.”

Kıraathane’den hep bir ağızdan, “Ama çoğumuz emekliyiz.” Daha öteden, “Biz öğrenciyiz. Bugün okul yok!” Kapıya yakın olan masadakiler, “Hanım temizlik yapıyor. Ne yapsaydık yani?”

Murtaza hepsine verecek cevabını göğsünü şişire şişire haykırdı:

“Affetmem arkadaş! Benim mahallemde şimendifer gibi tüten genç ve ihtiyar hiç kimseyi görmeyeceğim! Öğrenciysen o halde bugün izinliyseniz kütüphane’ye gideceksiniz! Adam gibi Türk ve dünya kültürüne ait eserleri okuyacaksınız! Yaşlıyım, emekliyim! Kabul etmem arkadaş! O halde torununu seveceksin. Son demlerini huzurlu, mutlu yaşayacağın yerlerde geçireceksin. İlla ki vatana millete hayırlı bir teşebbüste bulunacaksın. Hiç olmadı vereceksin elli kayme para bir ağaç dikeceksin. Oda olmadı mı? Yardım ve gönüllü derneklere müracaat edeceksin. Yarar sağlayacak meşgale buldunuz da ben mi size kızdım!? Gençler size gelince bir müteşebbis gibi girişimci olacaksınız. Boş boş oturacağınıza iş kovalayın. İş ayağınıza gelmez. Siz kovalayacaksınız! Burada ciğerlerinizi paralayacağınıza sizin için endişelenen, evhamlanan, sebat edip mekteplerinde okuduktan sonra bir meslek erbabı çıkacağını ümit eden aile efradınıza acıyın! Onlara acımıyorsanız; vatanınıza, milletinize, aşınıza, toprağınıza, bayrağınıza, atalarınızın bıraktığı bu ulvi ve mukaddes mekânlara acıyın!”

Çaycı aynı zamanda kıraathane’nin sahibi olan Hüseyin’e hiddetle dönerek,

“Bana bak Hüseyin, bir daha bu rezilliği görürsem basarım cezayı. İnme iner, diğer ayağını da kaybedersin.” Cüce Sadi ayağa kalkarak, “Murtaza ağabeyimiz ne derse odur! O kadar!”

Kahvedekiler boyunları bükük şekilde Murtaza Kemal’in dediklerine biat eden Padişah askerleri gibi müteessir olmuştu her biri. Kıraathanedekiler adeta bir Müfessir gibi görmüşlerdi Murtaz’a Kemal’i. Gençler usulca nargileyi yerine bırakmıştı. Gençler ve diğerleri, “Burayı seviyoruz be Murtaza ağabey. Ne olur engel olmayınız.”

Murtaza;

“Bir tek şartla engel olmam.” dedi başını kaşıyıp, Çaycı Hüseyin’e dönerek;

“Hüseyin! Dağıt bakalım benim sana daha önce getirdiğim yeşil çayları ahaliye. Bir de pişpirik yerine, atıver her masaya Türk klasik eserlerimizi. Ha birde sigarayı unutmak için o kavrulmuş leblebilerden de dağıt. Ancak bu şekilde kalmanıza göz yumarım!”

Kıraathanedekiler gayri ihtiyari kabul ettiler. Her birinin masasına intizamla konuldu.

Maskot Sadi:

“Alın! Alın! Okuyun da adam olun! Murtaza ağabeyimiz gibi adam olun!”

Kasap Şevki:

“Ah ah eli satır tutan bu nasırlı eller kitap mı okuyacak. Birde yeşil çay ha? Yakında Japonlara dönmezsek hiç şaşırmam!”

Murtaza:

“Daha ne istiyorsun? Japonlar kadar onurlu ve çalışkan bir millet mi var? Bana kalırsa suşi de tüketiniz!”

Bunu söylerken gülümsemişti. Onun gülümsemesinden yüz bulan kıraathanedekiler bir anda kahkaha attı.

Bakkal Çetin Efendi;

“Efendim, vakti zamanında bunlar ateşi bulmamışlarda çiğ çiğ yemişler eti. Şuan ateş var hala çiğ yediriyorlar kendilerine. Tuhaf şey vallahi. Lakin ben katiyetle tüketmem. Et pişmeli arkadaş! Ocak tütmeli!”

Manifaturacı Osman Efendi;

“Onu bunu bilmem ama şu yeşil çay zehir zakkum gibi Allah affetsin. Pek çok şeye faydalı ama insanın psikolojisini ters düz eder. Tımarhanelik olur beşer! Beşer şaşar, şaşı beş görür. Beşerin bir gram aklı varsa, oda firak olur!”

Mandıracı Ali Efendi;

“Ben yıllardır sağlıklı gıda satışı yaparım. Ancak bir türlü ben alışamadım şu Frenk kültürüne. Efendim, çiğ köftemiz yenir de. Yoğura yoğura, harmanlana harmanlana acıyla pişer. Yani çiğlikten pek bir emare kalmaz. Lakin geçenlerde bizim kız tüketmiş suşi. Hatta bir porsiyonda eve getirdi. Bir de yanında acısı varmış. Kızcağız önceleri uyardı ama bir tadına bakayım dedim.

Ağzıma o vasabi denilen ağulu gıdayı atıverdim. Ben şark vilayetliyim. Ama ne böylesini gördüm ne işittim. Ağzıma balık ile atmamla beynimde zonk zonk eden bir acı hissettim. Efendim balık şalgamla güzel. Birde şalgamı diktim ki. Meğer oda acıymış. Acı acıyı tetikledi ve reaksiyon etkisi yaptı zahir. Birden beynim kaynıyor sandım. Bu sefer içmemle topuklarıma kadar yandım. Kırk yıllık ağlamayan koca direk ben, hüngür hüngür ağladım. Rezil rüsva oldum. Herkes kolonya su getirdi. Yarım saat sonra kendime gelmişim. Soluğum kesildi de başka yerden nefes alıyorum sandım.”

Murtaza ve diğerlerini bir kahkaha tutmuştu.

Ali Efendi sözüne devam etti:

“Efendim bekleyiniz. Daha bitmedi. Asıl finali duymadınız. Kızım bu ne etidir? Tadı pek balığa benzemiyor.” dedim.

Kızım Zeynep,

“Babacığım pek balık sayılmaz. Yılan balığı, zamanla evirile evirile devrili vermiş balıklama balık olmaya.” dedi.

“Bunu duyunca hepten bayılıvermişim. Yani sen kalk, şark görevini yaparken dağ bayır gez komandoluk yap. Bir kere bile yılan eti yemedim o açlık günlerine rağmen. Sonra sıcak yuvanda, kendi kızcağızın tabakta sana yılan sunsun! Hem de zehir ile beraber! Sorarım size hangi evlat babasının canına bu denli süslü bir komplo ile kast eder! Ah benden ırak olsun o Japon kültürü a dostlar!”

Murtaza Kemal;

“Yahu tamam Japonlaşmayalım. Ama kültürümüzü de unutmayalım. Yediğinize, içtiğinize dikkat ediniz. Bakarsınız en yakın dostunuzda zehirleyiverebilir sizi. Bu bir dost olur, düşman olur hatta gün gelir evladınız dahi olur” dedi hafiften bıyık altı gülerek. 

Ali Efendi içerleyerek;

“Aşk olsun Murtaza oğlum. Benimle eğleniyorsun.”

Murtaza:

“Şaka yapıyorum. Darılma Ali Efendi. Evet, ben artık gidiyorum. İnşallah dediklerimden ders almışsınızdır. Unutmayın yakalarsam bir daha affetmem.”

Bunu söylerken kapıdan çoktan çıkmıştı.

Çıkmasıyla maraton sporcusu gibi Çaycı Hüseyin Efendi kapıya topallaya topallaya koştu. Mutlulukla haykırarak;

“Arkadaşlar Murtaza gitmiştir! Vatana millete hayırlı olsun!”

Stadyumda gol ile beraber takımı kazanan holiganlar gibi bir ağızdan

“Heyyyyy!”

“Yaşşaaa!”

“Zafer bizim!”

“Yaşasın Özgürlük!”

“Çok şükür kurtulduk!” dediler.

Bir anda Türk eserlerin yerini; iskambil kâğıtları. Yeşil çayların yerini; siyah çaylar. Leblebilerin yerini; sigaralar, nargileler almıştı. Öyle ya hepsinde haklı bir gurur vardı! Öyle ya haklı bir alışkanlığın vermiş olduğu yasak çiğneme duygudaşlığı vardı. Öyle ya hiç kimse kimse gibi olamazdı. Öyle ya onlar Japon, biz ise Türk’tük!

İzmir/Konak

10.01.2021

Ercan YILMAZ